Sayfalar

4 Mart 2012 Pazar

ŞAKALANDIM'DAN 2. ÖYKÜ



Eski güzellik kraliçesinin sanat galerisi açmasına yardımcı olduğumuz sırada, bir başka genç galericinin de, rekabeti düşünmeden önerilerini sıraladığından, bizleri de bu davranışından ötürü çok şaşırttığından söz etmiştim hatırlarsanız.
Kendisinin çok deneyimli olduğunu, Amerika’da bu iş için yıllarca çalıştığını söyleyen genç galerici arkadaş, benimle İstanbul Sanat Fuarına katılmak istedi. Daha sonra da,  kişisel sergi için tarih belirleyecektik. Fuar standında iki sanatçı arkadaş yer alacaktı. Tahmin edin o arkadaş kimdi ?      

 O sıralarda “Ve ışık… Ve ateş…” resim kitabımı oluşturmak için çalışmalara başlamıştım.
Sanattan kazandığımı,  yeniden sanata vermek için, resimlerimin satışından kazandığım parayı kitabımı oluşturmak için harcayacaktım.

 Hiç kuşkusuz bir kitap yapmak kolay iş değil. Yılların birikimini düzenleyebilmek, tarih sırasına koymak, renk ayrımına ve basıma uygun diaları ayırmak,  gerçekten de önemli bir arşivciliği gerektiriyor. Grafik düzeni ise başlı başına bir iş. Ama hepsinden önemlisi o diaların basım aşamasında gerçeğine en yakın renk oluşumlarını hissedebilmek. Bunun sadece teknik işi olmadığını anlayacak kadar çok gelip gittim matbaaya. Sevgi ve özveri olmadan hiç  bir kitabın oluşturulamayacağını biliyorum artık.

Pınar Ofset sahipleri Sevgili Cahit ve ağabeyi Cihat ile ön görüşmeleri yaptığımda, inanılmaz kolaylık gösterdiler bana. Senetlerin neredeyse tarihlerini bile bana bıraktılar. Ödeme şeklini kolaylaştırmak için ellerinden geleni yaptılar. Duyduğum minneti kelimelerle anlatmam mümkün görünmüyor. Onlar tanıdığım en inanılmaz, iyi, çalışkan, dürüst insanlardan ikisi.

Kitabım ile ilgili çalışmaları duyduğunda  “genç galerici” uzun saçlarını sağa sola sallayarak:
-Ben bu konular üzerinde çok uzun zaman çalıştım.Onlarca kitabın grafik dizaynını yaptım.  Sana benden daha iyi kimse yardımcı olamaz Serap abla. Hem kitabının tanıtımını da sanat fuarının açılış günü yaparız. Harika olur, dedi.
Evet… Gerçekten de iyi bir düşünceydi bu.  Kitabım,  İstanbul Sanat fuarının açılış gününde sanatseverlerle buluşacaktı.

Hemen Cahit’i aradım. Tarih uygun muydu? Fuarın açılış gününe yetiştirebilir miydik? Karşılıklı görüşmelerimizde genç galericimiz de yanımızdaydı doğal olarak.  Evet, yetiştirebiliyorlardı. Benim hemen her türlü dökümanı toparlayıp matbaaya götürmem gerekiyordu. Hummalı bir çalışmaya giriştim. Önce tüm dialarımı tarih sırasına dizdim, sonra aralarından basıma en uygun olanları seçtim.
Bu arada dia çekimlerimi yapan,  harika insan, Necdet Kaygın’ı anmadan geçemeyeceğim. O her zaman üç kopya olarak çekerdi diaları. Basın için, galeri için, arşivim için ayırırdım ben de onları.

En kapsamlı iş, grafik düzenlemeydi. Kitabın boyutu, içinde yer alacak olan yazıların resimlerin düzeni,  dizin hepsi grafik düzenlemeyle belirleniyordu. Kitabın eskizi de diyebiliriz buna. Ne gecem kalmıştı ne de gündüzüm. Ailemle bile ilgilenemez olmuştum.

Genç galerici arkadaş:
-Abla yarın galeriye gelirsen, grafik düzenlemeyi orada yaparız. Sonra da birlikte matbaaya götürürüz, dedi.

Ertesi sabah erkenden gerekli her şeyi yanıma alıp sanat galerisinin yolunu tuttum. İçeri girdiğimde, öğürmemek için zor tuttum kendimi. Galeride köpek beslediği için, kesif bir köpek kokusu vardı içeride. Daha önce bir kaç kez gitmiştim oraya ama, genellikle saat 14 ya da 15 ten sonra gittiğimden, mekan da havalandırılmış olduğundan koku hissedilmiyordu o saatlerde.

Kapının önüne çıktım ve içerisinin havalandırılmasını bekledim uzun bir süre. Zaten beyefendi de, sanatçıya verdiği randevuyu unutmuş görünüyordu. Uykusunu açamıyordu bir türlü. Bir elindeki kahveyi yudumlamaya çalışırken, diğer elindeki koku giderici spreyi sıkıp duruyordu durmadan.
 Aslında hemen geri dönmem gerekiyormuş. Ama, yaşanacaklar yaşanıyor, bazen kaçamıyorsunuz. Düşünüyorum da bir başka zamanda böyle bir ortamda kimse tutamazdı beni inanın.

Nihayet havalandırma tamamlandı. Ben de içeriye buyur edildim. Masasının önündeki  sandalyeye oturdum. Genç galerici ortadan kayboldu. “Lavaboya gitti herhalde” dedim kendi kendime. Gelip oturduğunda, daha önce görmediğime emin olduğum, sağ bileğindeki kalın bandaj dikkatimi çekti:
- Hayrola? Ne oldu bileğine? Biraz önce bandaj yoktu da…
- Sorma abla, dedi. Akşam kolumun üzerine fena halde düştüm. Bileğim çok kötü burkuldu.
-Geçmiş olsun. Dilersen başka güne bırakalım çalışmayı, dedim istihzayla gülümseyerek…
-Yok…Yok….  Ben söylerim sen yaparsın.

 Matbaa bekliyordu ve zaman kalmamıştı aslında. Çok huzursuzdum.Atölyeme gitmek bir saatimi daha yolda harcamam demekti İstanbul trafiğinde.

 Çalışmaya başladık. “Başladık” yanlış kelime… Genç galerici masasının başında oturuyor, bense iki büklüm çizimleri yapıyor, dialar ve yazıları yerleştirmeye çalışıyordum. Sonunda dayanamadım:
-Ben atölyeme gidiyorum, dememe kalmadı, masanın üzerindeki çay bardağı birden devrildi ve genç galerici, oynatamadığını söylediği koluyla atılarak bardağı yakaladı.
Bu kadarı da fazlaydı doğrusu. Gözümün içine baka baka yalan söylüyor,  yalanı ortaya çıktığı halde pişkinliğinden ödün vermiyordu. Beni enayi yerine koymaya kalkan çocuğa bakakaldım. Şaşkınlıktan dumura uğramış haldeydim.

Matbaaya gidip gelmelerim, telefonlar, baş döndürücü bir çalışma temposuyla kitabın ilk örneği oluşturuldu. Redakte için gittiğimde, Cahit:
-Abla bir iki sefer birlikte geldiğiniz o genç galerici arkadaş var ya, dün geldi, senin kitabını   kendi galerisinin  bastırdığını söyledi ve kitabın içine de adının yazılmasını istedi.

Buyurun bakalım. Beynimden vurulmuşa dönmüştüm

-Kitabın tüm ödemelerini benim yaptığımı senden daha iyi kim bilebilir Cahit? Grafik düzenlemesini bile ben yaptım.  Sakın ha, böyle bir şey yazılmasın kitabımın içine.  O tamamen  bana ait, kimse o kitaptan nemalanamaz.

Sabrımın sınırları zorlanıyordu artık.  Ses tonuma hakim olamıyordum. Beni sakinleştirdiler.
Birkaç gün önce galeride olanları da anlattım. Matbaadakiler gülmekten bayıldılar. Gerçekten de çok komikti sonradan anlatmak, yaşadıklarına dışarıdan bakmak. Gözlerimizden yaşlar gelinceye kadar güldük.

Kitabımın basım işine o kadar kaptırmıştım ki kendimi, günlerin yıldırım hızıyla geçtiğinin farkına bile varmamıştım. Bu arada söz konusu genç galerici, fuar kataloguna ve galerisi için hazırladığı davetiyelere benim adımı yazdırmıştı bile. Sanatseverlere ve koleksiyoncularıma ulaşmıştı bile davetiyeler. Verdiğim sözden dönmeyeceğimi de iyi biliyordu. Dedim ya belgeler değil, yürekle verilen sözlerdir beni bağlayan. Çünkü verdiğim o sözlere Yaradanım şahittir.

Açılış günü,  kitaplarımı kan ter içinde fuara yetiştiren Cahit’in hakkını ödeyemem. Kitabımın tanıtımı, verdiğim mini kokteyl, standa asılmış olan tablolarımın gördüğü yoğun ilgi, bana tüm olumsuzlukları ve yorgunluğumu unutturmuştu. Günü yaşıyordum.

Ertesi gün gazeteleri okurken,  önemli bir gazetenin sanat sayfasında İstanbul Sanat Fuarıyla ilgili  yazı dikkatimi çekti. Benim genç galericim verdiği ropörtajda  Serap Demirağ’ın “Ve ışık….Ve ateş…” resim kitabını    kendisinin bastırdığını, galerisiyle çalışan her sanatçıya da kitap yaptığını  pişkin pişkin anlatmıştı. Hemen gazeteyi aradım. Tekzip istedim. Ertesi gün minicik bir tekzip yazısı yayınlandı ama, onu kimsenin okumadığına eminim.

Daha sonra bana telefon açan birkaç sanatçı arkadaşım, o galeriyle çalışma şartlarımı sordular. Kendilerine de sergi teklifi götürülmüştü. Galeri kitabı nasıl yapıyordu? Para mı ödeniyordu?  Tablo karşılığı yapılabiliyor muydu kitap?  Toplam miktarın yarısı para, yarısı tablo vererek yapılabiliyor muydu ödemeler?  Bir yığın soru.

Hepsine tüm bu söylenenlerin uydurma olduğunu, o galericinin emeğimin üzerinden prim yapmak istediğini, beni referans göstererek sergi bağlantıları oluşturmaya çalıştığını dilimin döndüğünce anlattım değerli sanatçı arkadaşlarıma.

 O yıl kapandı galeri. Şimdilerde yine bir şeyler yapıyormuş galiba…Sanatçı arkadaşlara duyurulur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder