Sayfalar

16 Mart 2012 Cuma

ŞAKALANDIM 4.ÖYKÜ

 Taksim Sanat Galerisindeki sergim çok güzel geçiyordu. Oldukça iyi satış olmuş, kalabalık bir izleyici kitlesi  gezmeyi, en önemlisi de görmeyi sürdürüyordu sergimi.Ressam arkadaşlarımın çok iyi bildiği gibi, üç ayrı serginin oluşturulduğu belediyeye ait çok büyük bir mekandı Taksim Sanat Galerisi.

O gün, inanılmaz derecede soğuktu hava. Birden lapa lapa kar yağmaya başladı. İstanbul için böylesi bir hava hiç de alışıldık değildi. Bu nedenle de insanlar paniğe kapılmışlardı. Çok komikti görüntüleri, sağa sola koşuşturuyorlar, çatıların altında kümeleniyorlardı.

 Aslında o kadar güzeldi ki, anlatamam. Birden her yer bembeyaz kesilmişti. Ne çare ki, beyaz da   korkutabiliyor  insanları.

Galerinin içi,  kalabalıklaşmaya başladı. Büyük çoğunluğu dışarıdaki soğuktan kaçıyordu.  Sanat galerilerinin özellikle kurumsal olanlarının bazen randevu, bazen bekleme, bazen ısınma yeri olarak da kullanılmasını kanıksamıştık zaten.

 O ara dikkatimi çeken bir şey, kanımın beynime sıçramasına neden oldu. Kapıdaki görevliler, iyi giyimli olanlar için yana çekilip, galeriye girmelerine  izin veriyorlar, giyimleri biraz kötü olanlara ise içeriye girmenin yasak olduğunu söylüyorlardı. Üstü başı dökülenler ve çingene çocuklar, kollarından çekilerek pervasızca dışarı atılıyorlardı. Tırnaklarımın avuçlarımı acıttığını hissettim bir an. Çünkü o esnada kapıdaki görevlilerden biri, çingene çocuklardan en küçük   olanını   kapının dışına doğru savuruyordu adeta.
Koştum:
- Ne yapıyorsunuz siz? Ayıp değil mi yaptığınız?Ayıptan da öte günah. Buna ayrımcılık derler. Madem herkes ısınmaya giriyor bu gün    buraya, bizler de buna bile bile  göz yumuyoruz, o halde bırakın da bu çocuklar da sebeplensin.
Ses tonumun farkında değildim. Sustuğum an büyük bir sessizlik olduğunu fark ettim. Herkes bana bakıyordu. Kuşkusuz korkanlar bile olmuştu bağırmamdan.  Ne olduğunu anlamamışlardı çünkü.

Galeri yöneticisi bayan yanımıza geldi ağır adımlarla; olayı öğrenmek istercesine. Oysa camlı bölmesinde, oturduğu yerden her şeyi görebiliyordu zaten. Sesimi duymamış olması da imkansızdı zaten. Ben, bilmediğini varsayarak her şeyi bir bir,  anlattım kendisine. Şaşırmış gibi yaptı.
Görevliye:
-Biz, burada herkese eşit davranmalıyız, dedi. Ve geldiği gibi ağır adımlarla yürüyerek odasına girdi.
Görevli afallamıştı. Söylene söylene bıraktı çocuğun kolunu. Küçüğün yanındaki biri kız diğeri erkek iki çocuk da gözleri korku dolu, ne yapacaklarını bilemez halde kalakalmışlardı. Elleri kıpkırmızıydı soğuktan. Burunları da akıyordu.
Yanlarına yaklaştım:
-Gelin, dedim yavaşça. Şimdi siz de buraya gireceksiniz. Isınacaksınız. Ama, duvarda asılı olan resimlere sadece bakabilirsiniz. Onlara asla ve asla dokunmayacaksınız. Anlaşıldı mı?
-Tamam abla, dediler hep bir ağızdan. Bana “teyze” değil de “abla” dedikleri için fethedilmiştim hemen. Önce, birer kağıt mendil verdim:
-Burunlarınızı silin, dedim.
Sonra da masanın üzerindeki kurabiyelerden tutuşturdum ellerine.

O kadar kalabalıktı ki içerisi, birisine çarpmadan yürüyemiyordunuz bile. Lapa lapa kar yağmaya devam ediyordu. Kimse dışarı çıkmak istemiyordu doğal olarak. Üç küçük çingene, sergimi dolaşmaya başladılar. Ben de yanlarında yürüyordum.

Resimlerime isim vermem. İzleyiciyi benim düşüncelerimin arasına hapsetmek, onları kendi istediğim gibi yönlendirmek yerine özgür kılmayı yeğlerim. Hiçbir resmin görevi mesaj değildir çünkü. Her resim yeni bir imajdır ve bu imaj görecelidir.

 Birden bu üç çocuğun resimlerime ne isim koyacaklarını merak ettim:
-Hadi gelin, bu tabloya isim verin, dedim.
Çekingen çekingen yüzüme baktılar önce. Ağızları durmadan ısırdıkları kurabiyelerle doluydu. Garip bir şey oldu ve içlerinden biri,  büyük boyutlu resmime dikkatle bakmaya başladı. Gözlerini uzun uzun resmin her tarafında gezdirdi.. Resimle bütünleştiğini hissediyordum. Kurabiyesini çiğnemeyi bile unutmuştu ağzında. Bir süre sonra ağzındaki kurabiyeleri püskürterek konuşmaya başladı:       
-Melekler ağaca tırmanıyor, dedi.

“Melekler Ağaca Tırmanıyor” ertesi gün satıldı. Bu gün Erdek’te bir motelin duvarlarında. Sahibi İnci Hanım’a,  resmin adını söyledikten sonra,  olayı anlattım. Çok etkilenmişti.

Kimde, hangi cevherin saklı olduğunu bilmek,  mümkün değil. Yaradan hepimizi, ruhundan sevgiyle üfleyerek var etti. Kimsenin kimseye büyüklenmeye hakkı yok. Kimse kimseyi, giyimi, yaşadığı sosyal çevre, cebindeki paranın azlığı veya çokluğu için yargılama yetkisine sahip değil. İnsanı insan yapan şey sevgi ve hoşgörüdür. İnsanlar her ortama kıyafetleriyle girerler, ama oradan beyinleriyle çıkarlar.

Mevlana’nın şu sözlerini anmadan geçemeyeceğim:
“Çok insan gördüm, üstünde elbisesi yok.
  Çok elbise gördüm, içinde insan yok.”

Sınıf farklarını bizler yarattık. Kuşkusuz peygamber ya da azize değiliz, ama neden yaradılışta meleklerin bile secde ettiği o insan olamıyoruz?

6 Mart 2012 Salı

ŞAKALANDIM 3. ÖYKÜ

Bir hafta sonra açılacak sergimin son çalışmaları için atölyedeydim. Telefon çaldı ve hala çok gözde olan sanat galerilerinden birinin sahibi aradı:
-Şu anda galeride bir koleksiyoncum var ve sizin resimlerinizden almak istiyor ama, hiç resminiz yok benim galerimde. Arabayı yollarsam bana 3-4  tablonuzu  gönderir misiniz hemen? dedi.
Biraz endişelenmiştim:
-Bir hafta sonra sergim açılıyor ve bu tablolar sergiye girecek. Fazla resim de yok. Bu nedenle satış işlemi gerçekleşmezse birkaç gün içinde iade eder misiniz? dedim.
-Elbette, dedi. Hiç merak etme sen. Bu  gün satılıp satılmayacağı belli olur, yarın gönderirim.
İçim rahatlamıştı. Satış olsa bile bir tane resim eksilirdi. Sergi için önemli bir kayıp değildi ve açıkçası paraya da çok ihtiyacım vardı.

Bir saat sonra araba atölyemin kapısındaydı. Oldukça büyük boyutları olan tablolarımdan arabaya sığacak gibi olanları seçmeye başladım. Dördünü galerinin şoförüne teslim ettim. Resimler satıldığı taktirde, bu tabloların galeri payını sergi açacağım galeriye elden   ödeyecek, böylece de herhangi bir dedikoduya  neden olmayacaktım.

Ertesi gün hiç ses çıkmadı galeriden. İnsanların verdikleri sözleri neden tutmadığını bir türlü anlayamam. Sık boğaz etmemek için o gün sesimi çıkarmadan bekledim. Dördüncü gün telefon açtım:
-Resimler satıldı mı satılmadı mı bilmiyorum ama, satılmayanları bana gönderir misiniz?
_Serap Hanım,  daha kaç gün oldu ki,  geri istiyorsunuz resimlerinizi? Hele durun bakalım, En az birkaç ay durmalı onlar benim galerimde. Konsinye resim vermediniz mi siz hiç kuzum?

Nutkum tutulmuştu. Sanki galerisine konsinye resim vermek gibi bir isteğim olmuş gibi davranıyordu hazret.
-Siz ne diyorsunuz Allahaşkına?  Söylemiştim,  benim iki gün sonra sergim açılıyor. Ertesi gün iade edeceğinize söz vererek ve hemen yanınızda da resim alıcısının  beklediğini söyleyerek aldırdınız resimlerimi. Sergi açacağım yere karşı da sorumluluğum var benim. Konsinye resim meselesini, sergim bittikten sonra konuşabiliriz ama, şu anda bu mümkün değil, dedim.
O gün akşama kadar sabırla bekledim. Ne gelen oldu, ne giden… Ne arayan vardı, ne de soran.

Rahmetli hocam Zef Clement şöyle derdi hep: ” Yaşamak sanat, birlikte yaşamak büyük sanattır.” Ah hocam… Kuşkusuz ki, bu kadar saygısız insanların olduğu toplumda yaşamadın sen. Ne üretene saygı var artık, ne de tüketene. Verilen sözlerin tutulmadığı, akıl işi olduğu söylenerek yalan söylemenin bile neredeyse meziyet sayıldığı bir ortamın fertleriyiz. Bu maceranın sonu ne olacak kimse bilemez ama, bildiğim tek şey bir gün kurtların dağdan  ineceğidir.

O günlerde henüz arabam yoktu. İstanbul Anadolu Yakasından, Avrupa yakasına geçip sonra da aynı taksiyle geriye döneceğim için,   cüzdanımdaki parayı kontrol ettim. Bir taksi çağırdım.

 O, çok gözde olan sanat galerisinin önünde indim taksiden ve biraz beklemesini rica ettim. Galerinin kapısını çaldım uzun süre. Bir adam açtı. Görevliydi herhalde. Uykulu gözlerle bakıyordu yüzüme.
-Ben Serap Demirağ. Resimlerim burada ve onları almaya geldim, dedim.
Anlamamıştı. Tekrarladım sözlerimi.
-Ama, dedi… Galeri sahibi uyanmadı hala.
-Uyandırın o zaman, dedim. Taksi bekliyor kapıda ve ben resimlerimi alıp gideceğim.
Adamı biraz iterek de olsa galeriden içeri girdim. İki resmim duvarda asılı, diğerleri ise yerde, duvara dayanlı duruyordu. Asılı olanları indirdim. Görevli olduğunu düşündüğüm kişi telaşlanmıştı:
-Bir dakika, dedi. Telefon edip haber vermem gerekiyor. Böylece alıp gidemezsiniz resimleri.
Haklıydı elbette. Onun sorumluluğundaydı besbelli resimler. Ama, artık kimin haklı, kimin haksız olduğunu düşünecek durumda değildim.

-Bak kardeşim ister telefon et, ister polis çağır, umurumda bile değil.
Nüfus kağıdımı gösterdim adama. Hayretle yüzüme bakıyordu:
- Gördün mü?  Kim mişim ben?  Serap Demirağ.  Bu tablolar kimin?  Serap Demirağ’ın?  Kim engel olacak bana?   Sen mi?  Galerinin sahibi mi?  Polis mi? diye bağırmaya başladım.
- Bir dakika,bir dakika lütfen….
Telefonu aldı eline ve telaşla aradı galerinin sahibini:
 -Kadın delirmiş gibi abi, ne yapacağımı söyle o zaman. Hımmm. Peki.
Kapıdan çıkmak üzereyken yanıma koşturdu:
-Yardım edeyim size.
-Teşekkür ederim. Konuştun mu patronunla?
-Evet, evet. Önce anlayamamıştık da durumu, kusura bakmayın lütfen.
Taksiye kadar yardımcı oldu bana görevli. Galeri sahibi bey ortalıkta görünmemişti bile.

Sık sık karşılaştık etkinliklerde. Bu konuyla ilgili ne o, ne de ben tek söz etmedik bir daha.İşin garibi o olaylar hiç yaşanmamış gibi bana galerisinde sergi açmamı bile teklif etti defalarca.

Deneyimsizlik işte. Bu gün olsa, bu tür bir öneriyi:
-Kolleksiyoncunuz sergime gelsin ya da, sergimin bitmesini beklesin, diye geri çevirirdim nazikçe.

Hatalarla büyüyoruz, hatalarla olgunlaşıyoruz. Önemli olan hatalardan gerekli dersleri   alıp, onları tekrarlamamak.  “Tekrarlanan hatalar, hata değil eşekliktir”  derdi,  rahmetli babam. Nur içinde yatsın. Yerden göğe kadar haklıymış. Ah babacığım!  Senin pek çok konuda haklı olduğunu anlamam, neden bu kadar uzun sürdü? Neden senin deneyimlerin benim deneyimlerim olamadı sanki. İlle de kendi deneyimlerimiz midir, her zaman ders alabildiklerimiz?  Bu kadar zor olmak zorunda mı olgunlaşmak? 

4 Mart 2012 Pazar

ŞAKALANDIM'DAN 2. ÖYKÜ



Eski güzellik kraliçesinin sanat galerisi açmasına yardımcı olduğumuz sırada, bir başka genç galericinin de, rekabeti düşünmeden önerilerini sıraladığından, bizleri de bu davranışından ötürü çok şaşırttığından söz etmiştim hatırlarsanız.
Kendisinin çok deneyimli olduğunu, Amerika’da bu iş için yıllarca çalıştığını söyleyen genç galerici arkadaş, benimle İstanbul Sanat Fuarına katılmak istedi. Daha sonra da,  kişisel sergi için tarih belirleyecektik. Fuar standında iki sanatçı arkadaş yer alacaktı. Tahmin edin o arkadaş kimdi ?      

 O sıralarda “Ve ışık… Ve ateş…” resim kitabımı oluşturmak için çalışmalara başlamıştım.
Sanattan kazandığımı,  yeniden sanata vermek için, resimlerimin satışından kazandığım parayı kitabımı oluşturmak için harcayacaktım.

 Hiç kuşkusuz bir kitap yapmak kolay iş değil. Yılların birikimini düzenleyebilmek, tarih sırasına koymak, renk ayrımına ve basıma uygun diaları ayırmak,  gerçekten de önemli bir arşivciliği gerektiriyor. Grafik düzeni ise başlı başına bir iş. Ama hepsinden önemlisi o diaların basım aşamasında gerçeğine en yakın renk oluşumlarını hissedebilmek. Bunun sadece teknik işi olmadığını anlayacak kadar çok gelip gittim matbaaya. Sevgi ve özveri olmadan hiç  bir kitabın oluşturulamayacağını biliyorum artık.

Pınar Ofset sahipleri Sevgili Cahit ve ağabeyi Cihat ile ön görüşmeleri yaptığımda, inanılmaz kolaylık gösterdiler bana. Senetlerin neredeyse tarihlerini bile bana bıraktılar. Ödeme şeklini kolaylaştırmak için ellerinden geleni yaptılar. Duyduğum minneti kelimelerle anlatmam mümkün görünmüyor. Onlar tanıdığım en inanılmaz, iyi, çalışkan, dürüst insanlardan ikisi.

Kitabım ile ilgili çalışmaları duyduğunda  “genç galerici” uzun saçlarını sağa sola sallayarak:
-Ben bu konular üzerinde çok uzun zaman çalıştım.Onlarca kitabın grafik dizaynını yaptım.  Sana benden daha iyi kimse yardımcı olamaz Serap abla. Hem kitabının tanıtımını da sanat fuarının açılış günü yaparız. Harika olur, dedi.
Evet… Gerçekten de iyi bir düşünceydi bu.  Kitabım,  İstanbul Sanat fuarının açılış gününde sanatseverlerle buluşacaktı.

Hemen Cahit’i aradım. Tarih uygun muydu? Fuarın açılış gününe yetiştirebilir miydik? Karşılıklı görüşmelerimizde genç galericimiz de yanımızdaydı doğal olarak.  Evet, yetiştirebiliyorlardı. Benim hemen her türlü dökümanı toparlayıp matbaaya götürmem gerekiyordu. Hummalı bir çalışmaya giriştim. Önce tüm dialarımı tarih sırasına dizdim, sonra aralarından basıma en uygun olanları seçtim.
Bu arada dia çekimlerimi yapan,  harika insan, Necdet Kaygın’ı anmadan geçemeyeceğim. O her zaman üç kopya olarak çekerdi diaları. Basın için, galeri için, arşivim için ayırırdım ben de onları.

En kapsamlı iş, grafik düzenlemeydi. Kitabın boyutu, içinde yer alacak olan yazıların resimlerin düzeni,  dizin hepsi grafik düzenlemeyle belirleniyordu. Kitabın eskizi de diyebiliriz buna. Ne gecem kalmıştı ne de gündüzüm. Ailemle bile ilgilenemez olmuştum.

Genç galerici arkadaş:
-Abla yarın galeriye gelirsen, grafik düzenlemeyi orada yaparız. Sonra da birlikte matbaaya götürürüz, dedi.

Ertesi sabah erkenden gerekli her şeyi yanıma alıp sanat galerisinin yolunu tuttum. İçeri girdiğimde, öğürmemek için zor tuttum kendimi. Galeride köpek beslediği için, kesif bir köpek kokusu vardı içeride. Daha önce bir kaç kez gitmiştim oraya ama, genellikle saat 14 ya da 15 ten sonra gittiğimden, mekan da havalandırılmış olduğundan koku hissedilmiyordu o saatlerde.

Kapının önüne çıktım ve içerisinin havalandırılmasını bekledim uzun bir süre. Zaten beyefendi de, sanatçıya verdiği randevuyu unutmuş görünüyordu. Uykusunu açamıyordu bir türlü. Bir elindeki kahveyi yudumlamaya çalışırken, diğer elindeki koku giderici spreyi sıkıp duruyordu durmadan.
 Aslında hemen geri dönmem gerekiyormuş. Ama, yaşanacaklar yaşanıyor, bazen kaçamıyorsunuz. Düşünüyorum da bir başka zamanda böyle bir ortamda kimse tutamazdı beni inanın.

Nihayet havalandırma tamamlandı. Ben de içeriye buyur edildim. Masasının önündeki  sandalyeye oturdum. Genç galerici ortadan kayboldu. “Lavaboya gitti herhalde” dedim kendi kendime. Gelip oturduğunda, daha önce görmediğime emin olduğum, sağ bileğindeki kalın bandaj dikkatimi çekti:
- Hayrola? Ne oldu bileğine? Biraz önce bandaj yoktu da…
- Sorma abla, dedi. Akşam kolumun üzerine fena halde düştüm. Bileğim çok kötü burkuldu.
-Geçmiş olsun. Dilersen başka güne bırakalım çalışmayı, dedim istihzayla gülümseyerek…
-Yok…Yok….  Ben söylerim sen yaparsın.

 Matbaa bekliyordu ve zaman kalmamıştı aslında. Çok huzursuzdum.Atölyeme gitmek bir saatimi daha yolda harcamam demekti İstanbul trafiğinde.

 Çalışmaya başladık. “Başladık” yanlış kelime… Genç galerici masasının başında oturuyor, bense iki büklüm çizimleri yapıyor, dialar ve yazıları yerleştirmeye çalışıyordum. Sonunda dayanamadım:
-Ben atölyeme gidiyorum, dememe kalmadı, masanın üzerindeki çay bardağı birden devrildi ve genç galerici, oynatamadığını söylediği koluyla atılarak bardağı yakaladı.
Bu kadarı da fazlaydı doğrusu. Gözümün içine baka baka yalan söylüyor,  yalanı ortaya çıktığı halde pişkinliğinden ödün vermiyordu. Beni enayi yerine koymaya kalkan çocuğa bakakaldım. Şaşkınlıktan dumura uğramış haldeydim.

Matbaaya gidip gelmelerim, telefonlar, baş döndürücü bir çalışma temposuyla kitabın ilk örneği oluşturuldu. Redakte için gittiğimde, Cahit:
-Abla bir iki sefer birlikte geldiğiniz o genç galerici arkadaş var ya, dün geldi, senin kitabını   kendi galerisinin  bastırdığını söyledi ve kitabın içine de adının yazılmasını istedi.

Buyurun bakalım. Beynimden vurulmuşa dönmüştüm

-Kitabın tüm ödemelerini benim yaptığımı senden daha iyi kim bilebilir Cahit? Grafik düzenlemesini bile ben yaptım.  Sakın ha, böyle bir şey yazılmasın kitabımın içine.  O tamamen  bana ait, kimse o kitaptan nemalanamaz.

Sabrımın sınırları zorlanıyordu artık.  Ses tonuma hakim olamıyordum. Beni sakinleştirdiler.
Birkaç gün önce galeride olanları da anlattım. Matbaadakiler gülmekten bayıldılar. Gerçekten de çok komikti sonradan anlatmak, yaşadıklarına dışarıdan bakmak. Gözlerimizden yaşlar gelinceye kadar güldük.

Kitabımın basım işine o kadar kaptırmıştım ki kendimi, günlerin yıldırım hızıyla geçtiğinin farkına bile varmamıştım. Bu arada söz konusu genç galerici, fuar kataloguna ve galerisi için hazırladığı davetiyelere benim adımı yazdırmıştı bile. Sanatseverlere ve koleksiyoncularıma ulaşmıştı bile davetiyeler. Verdiğim sözden dönmeyeceğimi de iyi biliyordu. Dedim ya belgeler değil, yürekle verilen sözlerdir beni bağlayan. Çünkü verdiğim o sözlere Yaradanım şahittir.

Açılış günü,  kitaplarımı kan ter içinde fuara yetiştiren Cahit’in hakkını ödeyemem. Kitabımın tanıtımı, verdiğim mini kokteyl, standa asılmış olan tablolarımın gördüğü yoğun ilgi, bana tüm olumsuzlukları ve yorgunluğumu unutturmuştu. Günü yaşıyordum.

Ertesi gün gazeteleri okurken,  önemli bir gazetenin sanat sayfasında İstanbul Sanat Fuarıyla ilgili  yazı dikkatimi çekti. Benim genç galericim verdiği ropörtajda  Serap Demirağ’ın “Ve ışık….Ve ateş…” resim kitabını    kendisinin bastırdığını, galerisiyle çalışan her sanatçıya da kitap yaptığını  pişkin pişkin anlatmıştı. Hemen gazeteyi aradım. Tekzip istedim. Ertesi gün minicik bir tekzip yazısı yayınlandı ama, onu kimsenin okumadığına eminim.

Daha sonra bana telefon açan birkaç sanatçı arkadaşım, o galeriyle çalışma şartlarımı sordular. Kendilerine de sergi teklifi götürülmüştü. Galeri kitabı nasıl yapıyordu? Para mı ödeniyordu?  Tablo karşılığı yapılabiliyor muydu kitap?  Toplam miktarın yarısı para, yarısı tablo vererek yapılabiliyor muydu ödemeler?  Bir yığın soru.

Hepsine tüm bu söylenenlerin uydurma olduğunu, o galericinin emeğimin üzerinden prim yapmak istediğini, beni referans göstererek sergi bağlantıları oluşturmaya çalıştığını dilimin döndüğünce anlattım değerli sanatçı arkadaşlarıma.

 O yıl kapandı galeri. Şimdilerde yine bir şeyler yapıyormuş galiba…Sanatçı arkadaşlara duyurulur.

ŞAKALANDIM'DAN ÖYKÜ




İzmir’de ikamet eden,  çok sevdiğim bir sanatçı arkadaşım aradı beni:
-Serap’cığım, bir yakınım  sanat galerisi açmak istiyor, ona yardımcı olabilir misin? Benim bir iki hafta sürecek bir işim var ve şu sıra onunla ilgilenemeyeceğim.
- Elimden geleni yaparım canım, merak etme, dedim.

Nedense programında değişiklik yapan arkadaşım, o hafta İstanbul’a geldi. Birlikte gittik yakını bayanın yanına.

Çok güzel, uzun boylu, ince yapılı, moda mecmualarından fırlamış gibiydi. Çevremde görmeye pek de alışkın olmadığım bu özellikler  “Neden galeri açmayı düşünüyor acaba?” diye kendi kendime sormama neden oldu bir an. Bir moda evi olabilirdi örneğin açabileceği yer.
Sustum elbette. İlk izlenimlerim hatalı olabilirdi, yargı ve kararların zamana bırakılması gerekiyordu. Ama, düşüncelerinden kim suçlu tutuluyor ki.

Galeri olarak düzenlemeyi düşündüğü mekana götürdü bizi. Çok hoş yerdi. İyi bir dekorasyon ile sanat eserlerinin sergilenebileceği harika bir galeriye daha merhaba diyebilirdi sanat ortamı. Bu heyecanla, deneyimlerin oluşturduğu önerilerimizi sıralamaya başladık. Can kulağıyla dinliyordu bizi. Bir taraftan da elindeki kağıda söylediklerimizi not edip duruyordu.

İlerleyen günlerde, arkadaşımın daha önceden tanıdığı, bir başka sanat galerisinin sahibi de bize katıldı. İş yerlerinin birbirlerine çok yakın olduğunu düşünmeden önerilerini sunuyor, deneyimlerini anlatıyor, hepimizi şaşırtıyordu. Yaptığı şey, rekabet ortamında olacak iş değildi. Kuşkusuz bu konu da beni ilgilendirmezdi.  Sonuçta yardımcı olmamız gereken,  müstakbel sanat galericisiydi.

Olayların birbirini izleme hızını düşündükçe, başım dönüyor bazen. Çünkü, çok geçmeden bir sanat eleştirmeni de “yardımcılar” gurubuna katılma nezaketini göstermişti. Galerinin sanat danışmanına gereksinimi olduğunu empoze etme görevi de bana düşmüştü bu arada. İşin doğrusu,  müstakbel galerici her ne kadar hobi olarak resim çalışmışsa da, galeri mekanı ve işletmeciliği hobileri arasında yer almamıştı. Bu nedenle de sanat danışmanının olması gerekiyordu.

Sanat danışmanlığını üstlenen “sanat eleştirmeni” bey, çok geçmeden bir sonraki sergi sezonunda galeride kimlerin sergi açması gerektiğini planlayarak, görüşmelerine başlamıştı bile.

Basın ilişkileri kuruldu. Sanat dergilerinin sahiplerine birlikte gittik. Hatta bazı sanat dergileriyle bir yıllık sergi ilanı anlaşmaları bile yapıldı. Uzun süreli anlaşmalarda oldukça fazla indirimler uygulanıyordu çünkü.

Mekanın tadilatı bitti. Işıklandırmalar yapıldı. Galeri yöneticisinin odası antika eşyalarla döşendi. 
Galeri resim sergilemeye hazır hale geldi.
Görkemli bir açılışla ve harika bir karma sergiyle sanat dünyasına “merhaba” dedi. Gazeteler, televizyon, alışılmadık derecede  ilgi göstermişti açılışa. Mutluyduk tabi. Hepimiz çok mutluyduk. Onca emek ve zaman harcamıştık, galerinin oluşması için.
 Eh, tabi o karma sergide benim eserlerim de yer almıştı ve hepsi satılmıştı.

Ertesi gün,  bir  gazetenin sanat haberlerinde gördüğüm  başlık kanın beynime sıçramasına neden oldu. “ESKİ GÜZELLİK KRALİÇESİ GALERİCİLİKTE AHKAM KESİYOR”  Aynen böyle yazıyordu. Gözlerime inanamıyordum. Yanlış mı görüyorum acaba, diye tekrar tekrar okuyordum yazıyı. Hemen telefona sarıldım, yeni galericimizi aradım:
-Okudun mu yazıyı?
-Ah evet. Ne hoş değil mi? Ben de şimdi gazeteyi arayıp teşekkür edecektim kendisine.
Telefon elimde kalakaldım.
Ne diyebilirdim ki?  İltifatın yalan olduğuna inanan ve hakaret kabul eden duyarlılığımın böylesi bir hakaretin iltifat kabul edilmesini anlaması mümkün değildi. İşte o noktada durmam gerektiğini anladım. İlişkiler bu düzeyde, bu anlayışta yürüyorsa bana söyleyecek hiçbir söz kalmıyordu. Dökme suyla, değirmen buraya kadar dönüyordu işte.

Aradan oldukça uzun bir zaman geçti.  Galeri güzel sergilere ev sahipliği yaptı. Sanat fuarlarına katıldı. Katıldı ama, elinde bir kağıtla standları dolaşarak, resimleri satılan sanatçıların isimlerini not etmesi, sonra da o sanatçıları bir kenara çekerek kendi galerisinde sergi açmaları için tekliflerde bulunması, diğer galerilerin kendisine gülmelerine ve hakkında dedikodu yapılmasına neden oldu.

Sergi takvimimin uygun olduğu bir zaman dilimi için, bana kişisel sergi teklifinde bulunmuşlar ve söz almışlardı.  Galerinin sanat danışmanı olan sanat eleştirmeni ve yeni galericimizle beraber, sergi sözleşmesini oluşturmak için galeriye davet edildim. Açıkçası yıllardır yazılı  sözleşmelerle değil, SÖZlerle çalışmıştım. Ve uzun yılları kapsayan sanat yaşamımda sözleri senet kabul etmiştim. Ne komik değil mi? Beni üzen her zaman belgeler olmuştur.

Galerici bayan, sanat yönetmeni olan eleştirmen ve ben sözleşmeyi hazırladık. Akşamın geç saatlerine kadar durmadan değişen maddelerle metin bitirildi. Üç kopya halinde hazırlanan sözleşmenin bir nüshası bana, bir nüshası galeriye, bir nüshası da sanat yönetmeni eleştirmen beye verildi. Üç imzalı” kapı gibi” bir sözleşmeydi bu.
Daha önce de sözleşmeler imzaladığım için, asıl sözleşmenin,  sözleri veren yüreklerde imzalandığını bilecek kadar deneyimliydim sanatta. Bu nedenle de tüm çabalamalar komik geliyordu bana. Zaman zaman gülmekten alamıyordum kendimi. Bu nedenle de sinirlendiklerini hissediyordum. Ama, ne yapayım, madem böyle istiyorlardı, ben de uyacaktım.

İki gün sonra galerici bayan beni aradı:
-Dün akşam eşimle konuştuk. Hazırladığımız sözleşmeyi sert buldu. Onu değiştirmemiz gerek, dedi.
Anlayamamıştım. Ben sergi konusunda kiminle muhataptım şimdi? Eşi de karışmaya başlamıştı bayanın. Sordum:
- Bu sözleşmeyi birlikte hazırlamadık mı? İstediğiniz gibi yazıp, istediğiniz gibi değiştirmediniz mi?   Büyük memnuniyetle onaylamadınız mı? İtirazım oldu mu?  Şimdi içe sinmeyen ne var?
-Eşim değişmesini istiyor. Yoksa sergiyi açmayacakmış…
Gülmeye başladım. Katıla katıla gülüyordum telefonun başında. İnanın, kendime hakim olamıyordum. Gözlerimden yaşlar akıyordu ve ben,  gülmekten alamıyordum kendimi.
Neden sonra, elimdeki ahize aklıma geldiğinde karşı tarafın telefonu kapatmış olduğunun farkına vardım.

Galerinin sanat danışmanı olmasına neden olduğum sanat eleştirmenini aradım. Durumu anlattım hemen. Verdiği cevap ilginçti.
-Beni karıştırmadan kendin halledebilirsin…
İşte böyle sevgili dostlar. Bazen değerler 3-5 kuruşa satılabiliyor. Fazla söze gerek yok herhalde. 
Sözleşme denilen o kısacık metin  sanatçıyı, ama daha fazla da galeriyi koruyan hükümlerle doluydu aslında.

 Ne mi yaptım? Sergiyi iptal ettiğimi söyledim kendilerine. Ancak arada “kapı gibi üç imzalı” sözleşme olduğundan dikkatli davranmam gerekiyordu. Zira sözleşme hükümlerine uymadığım, sergi açmayarak galeriyi mağdur ettiğim gerekçesiyle benden tazminat bile talep edebilirlerdi.

Hiç zaman kaybetmeden notere gittim ve kendilerine sergi iptalinin kendi gerekçelerinden dolayı olduğunu, başka bir galeride sergi açmamın da bu nedenle engellendiğini belirterek, haklarım saklı olmak kaydı ile, galeri ile aramdaki sözleşmenin geçersiz  olduğunu bildirdim. Ne oldu tahmin edin. “Haklarımın saklı kalması” sözleri onları çok huzursuz ettiğinden telefonlara sarıldılar. O “beni karıştırma” diyen sanat danışmanı bile üst üste arayarak sergiyi açmamı istedi. İzmir’li sevgili arkadaşım mı? Aramadım bile. Ama çok ilginçtir ki benim sergi açacağım tarihlerde o resimlerini sergiledi galeride. Bana hiçbir şey sormadı. Her şeyden habersizdi sanki.
Gazeteci arkadaş haklıydı. Evet…. ”Ahkam kesilmişti”. Hem de nasıl.

 Bitmiş olan hiçbir şeyin arkasından gitmedim. Geriye dönüşler benim işim değil. Asla da olmadı.  Farkındalığı yaşadım her zaman. Çok iyi bir sanatçı olduğumu bilerek attım adımlarımı. Kendime güvendim. Yasaları ve haklarımı bilmek,  güçlendirdi bileğimi. Bu nedenle de,  ne bileğimi bükebildiler, ne de başımı eğdirebildiler.