Sayfalar

16 Mart 2012 Cuma

ŞAKALANDIM 4.ÖYKÜ

 Taksim Sanat Galerisindeki sergim çok güzel geçiyordu. Oldukça iyi satış olmuş, kalabalık bir izleyici kitlesi  gezmeyi, en önemlisi de görmeyi sürdürüyordu sergimi.Ressam arkadaşlarımın çok iyi bildiği gibi, üç ayrı serginin oluşturulduğu belediyeye ait çok büyük bir mekandı Taksim Sanat Galerisi.

O gün, inanılmaz derecede soğuktu hava. Birden lapa lapa kar yağmaya başladı. İstanbul için böylesi bir hava hiç de alışıldık değildi. Bu nedenle de insanlar paniğe kapılmışlardı. Çok komikti görüntüleri, sağa sola koşuşturuyorlar, çatıların altında kümeleniyorlardı.

 Aslında o kadar güzeldi ki, anlatamam. Birden her yer bembeyaz kesilmişti. Ne çare ki, beyaz da   korkutabiliyor  insanları.

Galerinin içi,  kalabalıklaşmaya başladı. Büyük çoğunluğu dışarıdaki soğuktan kaçıyordu.  Sanat galerilerinin özellikle kurumsal olanlarının bazen randevu, bazen bekleme, bazen ısınma yeri olarak da kullanılmasını kanıksamıştık zaten.

 O ara dikkatimi çeken bir şey, kanımın beynime sıçramasına neden oldu. Kapıdaki görevliler, iyi giyimli olanlar için yana çekilip, galeriye girmelerine  izin veriyorlar, giyimleri biraz kötü olanlara ise içeriye girmenin yasak olduğunu söylüyorlardı. Üstü başı dökülenler ve çingene çocuklar, kollarından çekilerek pervasızca dışarı atılıyorlardı. Tırnaklarımın avuçlarımı acıttığını hissettim bir an. Çünkü o esnada kapıdaki görevlilerden biri, çingene çocuklardan en küçük   olanını   kapının dışına doğru savuruyordu adeta.
Koştum:
- Ne yapıyorsunuz siz? Ayıp değil mi yaptığınız?Ayıptan da öte günah. Buna ayrımcılık derler. Madem herkes ısınmaya giriyor bu gün    buraya, bizler de buna bile bile  göz yumuyoruz, o halde bırakın da bu çocuklar da sebeplensin.
Ses tonumun farkında değildim. Sustuğum an büyük bir sessizlik olduğunu fark ettim. Herkes bana bakıyordu. Kuşkusuz korkanlar bile olmuştu bağırmamdan.  Ne olduğunu anlamamışlardı çünkü.

Galeri yöneticisi bayan yanımıza geldi ağır adımlarla; olayı öğrenmek istercesine. Oysa camlı bölmesinde, oturduğu yerden her şeyi görebiliyordu zaten. Sesimi duymamış olması da imkansızdı zaten. Ben, bilmediğini varsayarak her şeyi bir bir,  anlattım kendisine. Şaşırmış gibi yaptı.
Görevliye:
-Biz, burada herkese eşit davranmalıyız, dedi. Ve geldiği gibi ağır adımlarla yürüyerek odasına girdi.
Görevli afallamıştı. Söylene söylene bıraktı çocuğun kolunu. Küçüğün yanındaki biri kız diğeri erkek iki çocuk da gözleri korku dolu, ne yapacaklarını bilemez halde kalakalmışlardı. Elleri kıpkırmızıydı soğuktan. Burunları da akıyordu.
Yanlarına yaklaştım:
-Gelin, dedim yavaşça. Şimdi siz de buraya gireceksiniz. Isınacaksınız. Ama, duvarda asılı olan resimlere sadece bakabilirsiniz. Onlara asla ve asla dokunmayacaksınız. Anlaşıldı mı?
-Tamam abla, dediler hep bir ağızdan. Bana “teyze” değil de “abla” dedikleri için fethedilmiştim hemen. Önce, birer kağıt mendil verdim:
-Burunlarınızı silin, dedim.
Sonra da masanın üzerindeki kurabiyelerden tutuşturdum ellerine.

O kadar kalabalıktı ki içerisi, birisine çarpmadan yürüyemiyordunuz bile. Lapa lapa kar yağmaya devam ediyordu. Kimse dışarı çıkmak istemiyordu doğal olarak. Üç küçük çingene, sergimi dolaşmaya başladılar. Ben de yanlarında yürüyordum.

Resimlerime isim vermem. İzleyiciyi benim düşüncelerimin arasına hapsetmek, onları kendi istediğim gibi yönlendirmek yerine özgür kılmayı yeğlerim. Hiçbir resmin görevi mesaj değildir çünkü. Her resim yeni bir imajdır ve bu imaj görecelidir.

 Birden bu üç çocuğun resimlerime ne isim koyacaklarını merak ettim:
-Hadi gelin, bu tabloya isim verin, dedim.
Çekingen çekingen yüzüme baktılar önce. Ağızları durmadan ısırdıkları kurabiyelerle doluydu. Garip bir şey oldu ve içlerinden biri,  büyük boyutlu resmime dikkatle bakmaya başladı. Gözlerini uzun uzun resmin her tarafında gezdirdi.. Resimle bütünleştiğini hissediyordum. Kurabiyesini çiğnemeyi bile unutmuştu ağzında. Bir süre sonra ağzındaki kurabiyeleri püskürterek konuşmaya başladı:       
-Melekler ağaca tırmanıyor, dedi.

“Melekler Ağaca Tırmanıyor” ertesi gün satıldı. Bu gün Erdek’te bir motelin duvarlarında. Sahibi İnci Hanım’a,  resmin adını söyledikten sonra,  olayı anlattım. Çok etkilenmişti.

Kimde, hangi cevherin saklı olduğunu bilmek,  mümkün değil. Yaradan hepimizi, ruhundan sevgiyle üfleyerek var etti. Kimsenin kimseye büyüklenmeye hakkı yok. Kimse kimseyi, giyimi, yaşadığı sosyal çevre, cebindeki paranın azlığı veya çokluğu için yargılama yetkisine sahip değil. İnsanı insan yapan şey sevgi ve hoşgörüdür. İnsanlar her ortama kıyafetleriyle girerler, ama oradan beyinleriyle çıkarlar.

Mevlana’nın şu sözlerini anmadan geçemeyeceğim:
“Çok insan gördüm, üstünde elbisesi yok.
  Çok elbise gördüm, içinde insan yok.”

Sınıf farklarını bizler yarattık. Kuşkusuz peygamber ya da azize değiliz, ama neden yaradılışta meleklerin bile secde ettiği o insan olamıyoruz?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder